GELENEĞİN BİRİKİMİNDEN YENİ BİR DÜŞÜNCENİN İNŞASINA...

BAĞIŞ E-BÜLTEN

24 Mayıs 2018

İnsan ve Toplum 5. Sayı

Şerif Mardin’in çevre-merkez ilişkileri yaklaşımının eleştirisinden hareketle bu çalışma, Türkiye siyasetinin söylemsel bir analizini sunmaktadır. Toplumun tam anlamıyla kendini temsil ettiği fikrine yaslanan Mardin, toplum ile toplumsal olanı eşitlemekte ve toplumun bir merkez ve bir çevreden oluştuğunu iddia etmektedir. Ernesto Laclau’nun söylemsel toplum teorisini kullanan bu çalışma, toplumun kendini tam anlamıyla temsil ettiği fikrini reddetmekte ve mevcut toplumun toplumsal alandaki tüm anlamları kapsayamayacağını iddia etmektedir. Bu sebeple, toplum sadece merkeze sahip olabilir ve toplumun kaderi de toplumsal alandaki bu merkez üzerinde kontrol tekeli kurmasına bağlıdır. Başka bir toplum-iddiasının ortaya çıkışıyla sahne alan siyasal olan, mevcut toplumsal gerçekliğin, toplumun metaforik bütünlüğünü temsil etmede olumsallığını ortaya sererek onu tehdit edebilir. Hâlde söylem teorisi perspektifine gore, siyasi analiz, toplumun ne olduğuna değil, toplumu toplum olmaktan neyin alıkoyduğuna odaklanmalıdır. Bu toplum anlayışından hareketle, bu çalışma, Kemalist “toplum”un ortaya çıkışı ve genişlemesini ve aynı zamanda farklı toplum iddialarıyla birlikte 1980’lerde kadar ki dönemde yaşadığı krizleri analiz etmeyi amaçlamaktadır.

 

Faruk Taşçı

Makale, Türkiye’nin Güney Avrupa modeli içindeki yerini daha iyi kavrama noktasında “yaşlılık” üzerine değerlendirme yapmaya çalışmaktadır. Bu değerlendirmenin iki önemli yönü söz konusudur.Birinci yön, Güney Avrupa modeli ve Türkiye’nin bir yaşlanma sorunu ile muhatap olduğudur. İkinci yönsebu yaşlanma sorunu nedeniyle“yaşlımerkezli” Güney Avrupa refah modeli ve bunun parçası konumundaki Türkiye’de yaşlılıküzerinde daha çok düşünülmesigerektiğidir. Bu anlamda makale, “Türkiye ‘gerçekten’ de Model’in bir parçası mıdır?” şeklinde bir temel soruyu ön plana almaktadır. Dolayısıyla makale, en temelde yaşlılık üzerinden Türkiye’nin refah rejiminin yerini anlamaya gayret etmektedir. Ancak bu gayretin merkezinde yaşlılara yönelik refah uygulamaları bulunmamaktadır. Bunun yerine makalede, uygulamalar da dikkate alınmak suretiyle “yaşlı algısı” merkeze alınmakta, bu algının Türkiye’deki durumu irdelenmekte ve buna göre Türkiye’nin refah rejiminin “yaşlılık zemini” sorgulanmaktadır. Bu sorgulama, aile ve piyasa ile irtibatlı bir şekilde “ikilemler” üzerinden yapılmaktadır. Ailenin yaşlı algısında “sorumlu-sorunlu” ikilemi, piyasanın yaşlı algısında “üretim-tüketim” ikilemi, Türkiye’nin refah rejimini kavrama noktasında yardımcı olabilmektedir.

 

Furkan Yıldız

Enerjinin kullanımı, insanlık tarihi kadar eskidir. Geçmişten günümüze insanlık, enerjiyi ısınma, beslenme gibi temel ihtiyaçlarını gidermek için kullanmıştır. Daha sonraki dönemlerde enerji, birtakım sınai denebilecek faaliyetlerde de kullanılmaya başlandı. Sanayi Devrimi’yle birlikte üretim sürecinde yaşanan dönüşüm, enerjiyi uluslar için en stratejik gereksinimlerden biri hâline getirmiştir. 1951 yılında Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT)’nun kurulması, ardından 1957 yılında Roma Antlaşması bağlamında Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)’nun kurulması ile Avrupa Birliği (AB)’nin temelleri atılmıştır. AB’yi kuran 3 kuruluştan 2’sinin enerji odaklı olması, Birliğin kurulmasında enerji paylaşım sorunlarının ne denli önemli olduğunu göstermektedir. 1951 yılında temelleri atılmış olan AB’nin enerji politikalarının, enerji arz güvenliği bağlamında ele alınmaya çalışıldığı bu makalede, öncelikle AB’nin enerji profili genel hatları ile güçlü ve zayıf yanlarıyla birlikte gözler önüne serilecek; ardından tarihsel süreç içerisinde Birliğin enerji politikaları tespit edilecektir. Takip eden bölümde ise AB’de enerji arz güvenliğinin derecesi tespit edilmeye çalışılacak ve Birliğin, enerji arz güvenliğini artırma bağlamında politikaları incelenerektir.

 

İslam Can

Martin Heidegger, 20. yüzyılın şüphesiz en önemli ve etkili filozoflarından biridir. 1927 tarihli Varlık ve Zaman adlı başyapıtıyla felsefede yeni bir çığır açmış, böylelikle varlığa yönelik ontolojik ve epistemolojik tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Heidegger’in felsefesinin yanı sıra politika anlayışı da elli yılı aşkın süredir tartışılmakta ve tartışılmaya da devam etmektedir. 1933 yılında Freiburg Üniversitesi’ne rektör seçilmesi, bu tartışmaların başlangıç noktası sayılır. Rektörlüğü ve Führer’e yapılan bilgi hizmeti onun, antisemitist, Nazi yanlısı ve Nasyonal Sosyalizm’in ideologu olarak görülmesine neden olmuştur. Ayrıca onun eserlerinden hareketle –özellikle Varlık ve Zaman ve bazen de Metafiziğe Giriş- Heidegger’i Nasyonal Sosyalizm’in epistemolojik inşasını gerçekleştirmek için çaba gösteren ve bu politik duruşun ontolojik kodlarını kurgulamakla itham edenler de vardır. Heidegger, bu saldırıların bir kısmını hayatının son zamanlarında Der Spiegel dergisine verdiği röportajda karşılamaya çalışmışsa da o, hâlâ birçok meslektaşı ve öğrencileri tarafından Hitler yanlısı bir filozof olarak görülmektedir. Bu çalışmada, Heidegger’in Nazizm’le olan ilişkisi eleştirel boyutta tartışılacak ve Nazi sonrası Almanya’sında Heidegger’in Nasyonal Sosyalizm’e ilişkin söylemlerine yön bulmaya çalışılacaktır.

 

Mehmet Özturan

Fârâbî’de bilgi, tasavvur ve tasdik olarak ikiye ayrılır. Onun felsefesinde bilginin kesinliği (yakîn) tasavvurî (kavramsal) bilgide değil, tasdikî bilgide söz konusudur. Bir olgu ve durumun, zihinde her nasıl kabul edilmiş ve hakkında her ne düşünülmüşse zihin dışında da öyle olduğuna inanılması olarak tanımlanan yakîn, “A, B’dir.” formundaki bir şeyin inanç konusu edilmesiyle, yani tasdik ile başlar. Yakînin ikinci ayağı, bu inancın gerçekliğe uygun olması, yani doğru sıfatını kazanarak “doğru tasdik” olmasıdır. Dolayısıyla yakîn, doğru tasdik üzerinde gerçekleşen ikinci bir inanç olarak tezahür eder. İkinci inanç ile yakînî olarak bilinen doğru tasdikin, bilindiği bu hâl dışındaki bir ihtimalde var olmasının imkânsız olduğunu kavramak kastedilir. Fârâbî’de yargısal bilgi, yani tasdikî bilgilerin farklı sınıfları, yakîn kavramı merkeze alınarak yapılmıştır. Tasdik, yakînî olan ve yakînî olmayan olarak ikiye ayrılır. Yakînî tasdik, bir olay ve olguya ilişkin zihin ile gerçeklik arasında kurulan uygunluk (mutabakat) ilişkisinin asla bozulamayacağının bilinmesidir. Buna göre yakînî tasdik, sofistik bir tartışma karşısında asla çürütülemez.

 

Meryem Karaca

Bu makalede, kamuda uygulanmakta olan başörtüsü yasağı bağlamında muhafazakâr sermayedarlar ve uzman meslek sahibi başörtülü çalışanlar ilişkisinin işveren çalışan boyutu araştırılmıştır. Çalışma; yazılı literatüre, çeşitli kurum ve derneklerin araştırma raporlarına, yazar, sosyolog ve sermayedarların tebliğlerine ve katılımcılarla yapılan mülakatlara dayanmaktadır. Mülakatlar esnasında derinlemesine görüşme metodu kullanılmıştır. Çalışmada on biri uzman meslek sahibi başörtülü çalışan ve dokuzu muhafazakâr sermayedar olmak üzere toplamda yirmi katılımcı ile görüşüldü. Uzman meslek sahibi başörtülü çalışanlardan üçü üst düzey yönetici iken sekizi orta seviye çalışan grubundandılar. Görüşmeler sırasında bir katılımcı için kayıt cihazı diğer katılımcılar içinse not alma yöntemi kullanıldı. Görüşmelerin süresi arasız yaklaşık 2-2,5 saatti. Çalışmada yasağın tarihçesi, kişiler üzerindeki etkisi, “başörtüsü”nün 1960’lardan 2000’lere kadar olan kavramsal dönüşümü, kamusal alandaki başörtüsü yasağının iş yaşamına dolaylı ve direkt etkisi ve muhafazakâr sermayedarların başörtüsüne yaklaşımı incelenmiştir. Sonuç olarak başörtülü uzman meslek sahiplerinin sektörel anlamda birçok alanda ayrımcılığa maruz kaldıkları saptanmıştır. Bunun örnekleri, işe girişte ve iş yaşamında kendisini göstermekle beraber sebepleri çeşitlilik arz etmektedir. İş başvuru sürecinde kurum tercihinin sınırlı olması, iş hayatında da muhataba göre var olma durumu, düşük ücretlendirme ve terfi problemleri, bu problemlerin temelini teşkil etmektedir. Başörtülü uzman meslek sahibi kadınların bu konu hakkındaki algıları ise yaşadıkları tecrübelere göre değişmektedir.

 

Muhammet Raşit Batur

Nusayrîlik III/IX. yy.’da Irakta Muhammed b. Nusayr tarafından kuruldu. İbn Nusayr’dan sonra fırkanın başına sırasıyla Muhammed b. Cündeb, Abdullah b. Muhammed el-Cünbülâni Hüseyin b. Hamdan el-Hasîbî geçer. Hasîbî faaliyetleriyle fırkanın ikinci kurucusu sayılır. Hasîbî’den sonra fırkanın başına Muhammed b. Ali el-Cilli, ondan sonra da Surur b. Kasım et-Taberâni geçer. Nusayrîlik, İslâm dininin ana prensipleri çerçevesinde geliştirilen bir fırka olduğu için temel inançlarında en büyük etki İslâm’a aittir. Bununla beraber, tarihi süreç içerisinde değişik din ve inanç yapılarıyla ilişkisi bulunduğundan dolayı, onların inançlarından da bir çoğunu almış ve kendi yapısına uygun bir hale sokmuştur. Ayrıca bu inancı benimseyen kavim ve aşiretlerin İslâm’dan önceki dini ve kültürel mirasının da büyük bir tesiri olmuştur. Nusayrî inanç sitemi, Ali’nin ilahlaştırılmasına dayanır. Nusayrîler, tenâsühü (ruh göçü) kabul ederler ve inançlarını gizlerler. Takiyye yaparak hakim dine uygun hareket ederler. Nusayrîler, bâtınî tevil örüşüne sahiptirler ve bu inançlarının gereği olarak bütün İslâmî esasları zâhirî anlamından çıkarıp İslâm’a zıt bâtınî anlamlara hamlederler. Nusayrîler, Hıristiyanlıktaki gibi şarabı kutsarlar ve ayinlerinde kullanırlar. Nusayrîler, üç semavi dinin bayramlarını kutlasalar da bunların içinde Hıristiyanlığa ait bayramların daha fazla olduğu görülmektedir.

Özellikler:
Yayın Sekreteri:
Ümit Güneş
Editör:
Lütfi Sunar